Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

İran Körfez’de ne istiyor?

Japonya ve Norveç’e ait 2 petrol tankerine düzenlenen saldırı ile 1 hafta önce Umman Denizi’nde saldırıların yenilenmesi; ABD’nin İran ile nükleer anlaşmadan çekildiğini deklare etmesi ve ardından Tahran’a uyguladığı boykot ve ekonomik yaptırımlara dönmesi ile başlayan küresel ve bölgesel krizin bir başka bölümü olabilir.
 O tarihten itibaren İran’ın bu yeni durum ile başa çıkmak için attığı adımları gözlemleyip stratejik olarak şu şekilde özetleyebiliriz: Birincisi; eğer ABD ile yüzleşme  İran petrol ihracatını durduracaksa, İran diğer ülkelerin de petrolünü ihraç etmemesini sağlamaya çalışacak hatta küresel bir ekonomik kriz yaratmak için Hürmüz Boğazı’na baskı yapacaktır. Washington; askeri gücü ile Körfez’e, İran topraklarının yakınlarına gelmişse ve ABD toprakları uzak ise ABD’nin bölgedeki müttefikleri yakındır ve bu dostluğun bedelini ödeyeceklerdir.
 İkincisi; İran’ın elinde geçtiğimiz onyıllar boyunca şekillendirdiği, güçlendirdiği araçlar vardır ve mevcut krizde bunları kullanabilir. İran nasıl ki Suriye krizinde güç dengelerini Suriye rejiminin lehine değiştirmek için –bu Suriye’nin yıkılmasına neden olsa da- Hizbullah’ı kullanmışsa bu kez başvurduğu araç Yemen’i ele geçirmeye çalışan Husi cemaatidir. Bu cemaat, Suudi Arabistan’ın güneyinde bir diken, topraklarına ve petrol gücüne doğrudan bir tehdit oluşturacaktır.
Üçüncüsü; bölgedeki askeri güç dengesinin değişmemesi için Arap- ABD dostluğu ve ittifakı kırılmalıdır. Bu da bir yandan askeri baskı (Uluslararası Abha Havaalanına düzenlenen saldırı ile daha önce yaşanan ve Fuceyra’yı, petrol pompalarını ve petrol tankerlerini hedef alan saldırılar) diğer yandan diplomatik ayartmalar ile gerçekleştirilecektir. Bu ayartmaların ilki de Arap Körfez ülkeleri ile saldırmazlık anlaşmaları imzalanması çağrısıdır.  Bir bölgesel güvenlik konferansı düzenlenmesinden ve Körfez petrolünün korunmasına katılmaya istekli olunduğundan bahsedilmesi de bunların sonuncusu olmayacaktır.
İran’ın halihazırdaki bu stratejisi; ABD’li ve İsrailli analiz ve istihbarat çevrelerinde yaygın olan kanaat ile dolaylı olarak uyumludur. Bu kanaata göre İran ile kriz nükleer sorun, nükleer silahlanma ve bunların füze başlıkları olarak kullanılma yolları etrafında dönmektedir. Krizin bu özeti İran’ı; küresel nükleer güç dengesinin ya da  Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nın ihlal edilmesinin engellenmesi çabalarının bir parçası haline getirmekte ve her ne kadar “haksız” baskılara sadece kendisi maruz kalsa da İran’ı, Hindistan, Pakistan ve İsrail ile aynı kefeye koymaktadır.  Konuyla ilgili tartışmalardan çıkan resim, İsrail’i İran’ın nükleer silah araştırmalarının ana hedefi haline getirmektedir. Bu da; İran’ın dünyadaki en büyük petrol rezervlerinin bulunduğu Körfez bölgesindeki en baskın oyuncu olmak isteği perspektifinden bakılıdğında İran’ın en asil amaçlarına hizmet etmektedir. Dolayısıyla İsrail burada, İran’ın bölgesel emperyal amaçlarına hizmet eden bir araçtan ibarettir.
 İran’ın  1 ila 1.5 milyon varil petrol ihraç etmesine izin verilmemesi halinde 60 gün içinde nükleer faaliyetlere yeniden başlayacağını açıklaması da nükleer anlaşmanın İran’ın nükleer gücünü etkilemediğini, askeri ve stratejik etkinliğini engellemediğini kanıtlamaktadır.
Gerçek şu ki, İran 1979 yılındaki devriminden bu yana jeopolitik ve jeostratejik nedenlerle her zaman Körfez'deki bölgesel güvenlik için ciddi ve acil bir tehdit oluşturmuştur. Yüzölçümü, nüfusu, Körfez ve Hint Okyanusu’na olan kıyılarının uzunluğu, sahip olduğu doğalgaz ve petrol rezervleri yanında bölgesel liderliğe yönelik tarihsel anlayışı kısaca bütün bunlar kendisinde düşmanca ve emperyalist eğilimler doğurmuştur. İran’daki İslami devrim de Tahran’ın devlet doğasını aşan stratejik yönelimlerine daha fazla hamaset ve fanatiklik kazandırmıştır. Bunun sonucunda; çevre ülkelere sızmak, iç ve dış araçlarla onları kontrol altına almak için İran Devrim Muhafızları –ki kendisi terörist bir grup sayılmaktadır-  kurulmuştur. Bu, İran’ın Irak, Afganistan, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen, Körfez ülkeleri ile birçok İslam ülkesindeki müdahaleleri ile çeşitli operasyon  sahneleri ile başa çıkmak için geliştirdiği gerekli yetenek ve güçlerle açıkça görülmüştür.
Nükleer silah geliştirmek İran’ın küresel konumunu yükseltme sürecinin bir parçasıydı. Bu silahla ilgili müzakereler 5+1 formülünde yürütüldüğünde Tahran’ın masada, dünyanın büyük ve süper güçleri karşısında yer alması; kendisine sadece mali kazanç değil aynı zamanda başat nedenlerinden biri olduğu bölgesel krizlerin yönetimine ortak ettiği için çok şey kazandırmıştır. Bu yüzden Donald Trump, ABD’nin nükleer anlaşmaya verdiği onayı çektiğinde ve yaptırımları tekrar yürürlüğe soktuğunda İran, yapmak istediği ve uzun zamandır hazırlandığı şeyi yürürlüğe soktu. Bunun belirtilerinden biri de mübarek ramazan ayında Hizbullah ve Husilerin giriştikleri finansal ve askeri seferberlik olmuştur. El-Mustakbel İleri Araştırmalar ve Çalışmalar Merkezi’nin bu ayın 16’sında yayınladığı “Sistematik Yağma: Husi Milisler Savaşı Finanse Etmek İçin Ramazan Ayını Nasıl Kullanıyor?” adlı raporunda yer alan stratejik değerlendirmelere göre; Husiler Yemen halkına (300-500 Riyal arası) iki kat daha fazla zekat ödeme zorunluluğu getirdi, yardım kuruluşlarından gelirlerinin yüzde 30’unu “savaş çabaları” için sunmalarını talep etti. Kendi kontrolleri altındaki bölgelerde yakıt fiyatlarını yüzde 40 oranında arttırdı ve diğer şehirlerden ve limanlardan Sana’ya akan mallara ek vergi ve harçlar uyguladı. Buna paralel olarak Husiler Yemen’deki bazı bölgelere gönderilen yardımlara da el koymuştur.
Hudeyde anlaşmasını manipüle etmekten sivil bölgeleri hedef alan füzelere ve petrol, tanker ve limanlara düzenlenen doğrudan saldırılara kadar Husi milisler bu süreçte savaşa hazırlanıyorlardı. Bütün bu saldırılarda İran yapımı silah ve füzeler kullanıldı. Bu silahları kullanan Husi milisleri, Devrim Muhafızları ve Hizbullah tarafıdan eğitildi. Bunlarla yüzleşme, mevcut statükonun devam etmesini kabul etmeyi reddeden stratejik düşünce çevresinde dönmelidir. İran’ın Körfez ülkelerini ABD ile ilişkilerinde rehin hale getirmeye çalıştığı tahmin edilmektedir. Bunun için de yeni tür İran taktik füzeleri aracılığıyla Husilerin daha çok kullanılması beklenmektedir.
Aynı şekilde İran’ın terör örgütleri ile iişkilerini yoğun bir şekilde kullanması da ihtimal dahilindedir. Yine krizin gelişmelerine göre deniz araçları ya da daha önce kullandığı deniz mayınları ile Hürmüz ve Babul Mendep boğazlarını tehdit etmeyi sürdürmesi de ihtimal dışı değildir. Eğer Körfez ülkeleri için mevcut statükonun devam etmesi kabul edilemez ise diğer seçenekleri araştırmalıdır. Nitekim şimdiye kadar yapılanlar ve Mekke’de düzenlenen 3 zirvede alınan kararlar; hiç kimsenin son 10 yılda savaşlardan muzdarip olan bölgede bir  savaş daha istemediğini, İran-Körfez ilişkilerinin iyi komşuluk ilkeleri üzerine kurulması gerektiğini belirtmiştir. Şu ana kadar yaşananlar ise İran’ın iyi komşuluk ilkelerinin hiçbirine uymadığını göstermektedir. Ayrıca ne askeri ne de ekonomik güç dengelerinin İran’ın lehine olmadığı da göz önüne alınması gereken bir durumdur. İran özünde; uzun savaşların ve kötü idarenin kendisini bitkin düşürdüğü, çeşitli ırk ve milletlerın din adına kendisini kontrol eden Fars hegemonyasına tabi olduğu bir devlettir.