Ekrem Bunni
Suriyeli yazar
TT

‘Haziran’ yenilgisinden çıkarılacak dersler ve Tahran yöneticilerinin pozisyonu

Belki de, 5 Haziran 1967 yenilgisinin yıldönümü yaklaşmamış olsa, İsrail’in dört Arap ülkesinde topraklar işgal ettiği ve pek çok acılı tabloların yaşandığı bu fenomen ile bugün Körfez'de veya Lübnan'da, bir yanda ABD ve İsrail’in, diğer yanda İran ve milislerinin bulunduğu gerginliğin savaş davullarının çalmasına evrildiği diğer fenomen arasında karşılaştırma ve kıyaslama yapabilmek mümkün olmayacaktı.
Sorumsuz bir İran yönetici tarafından ortaya atılan, Amerika'nın Dünya Ticaret Merkezi kuleleri gibi tek bir darbeyle çökeceği, vatandaşlarının ise pek çok yerde ve tahmin edemeyecekleri çok çeşitli tehlikelerle karşı karşıya kalacağı, tüm Amerikan savaş gemilerini batırabilecek gizli bir silaha sahip oldukları! Gibi ateşli tehditler bize, Haziran yenilgisi öncesi bazı Arap liderlerinin boş tehditlerini hatırlatıyor. Zira İsrail'i ezmenin ve yeryüzünden silmenin bir günlük bir mesele olduğunu, savaş patlak verirse akşam yemeklerinin Tel Aviv'de olacağını, Yahudi yerleşimcilerin kaderinin denize dökülmek veya geldikleri gibi geri dönmek olduğunu söylemişlerdi!
Arap rejimlerinin ulusal seferberliği ile İran otoritesinin mezhepçi seferberliği arasında referans ve ideolojik sloganlar bakımından bir fark olduğu doğrudur. Yine Arap rejimlerinin pragmatik bir yaklaşıma sahip olmadıkları, söz konusu yaklaşıma Tahran yöneticilerinin sahip olduğu da doğrudur, meseleleri çoğu zaman en uç noktaya kadar kaydırmaktan kaçınmaları da bundan kaynaklanıyor. Ancak, aralarındaki ortak payda, aklı selimin yokluğunda kahramanlık naralarıyla dolu abartılı demagojiye dayalı bir yönteme tevessül etmeleri ve insanların yaşamlarını savaş için yakıt olarak feda etmekten hiçbir şekilde çekinmemeleridir.
Bazı faktörler var ki Arap rejimlerinin Siyonist varlığa karşı siyasi ve askeri tehditlerini haklı kılmakta, 1967 “Haziran” yenilgisinden kaynaklanan bazı sonuçların nispeten sineye çekilmesine yardımcı olabilmektedir.
Soğuk savaş iklimi ve o zamanki Sovyetler Birliği'nin niteliksel desteği bunlardan biridir. Ayrıca Filistinlilerin yaşadığı adaletsizliklerin ciddiyeti ve halkta uyandırdıkları sempati, söz konusu rejimlerin dezavantajlı Filistin halkıyla kurdukları duygudaşlık, ümmet bilincini oluşturan kararları, ortaya koydukları tarım reformu gibi faktörler de bu bağlamda zikredilebilir.
Tahran yöneticilerinin, kibirli davranışlarını gerekçelendirme adına ortaya koyabilecekleri herhangi bir faktör bulunmuyor. Halkı derin bir ekonomik krizle karşı karşıya.
Eşi benzeri olmayan yaşamsal sorunlar yaşıyorlar. Daha da önemlisi tüm bu sıkıntıları sadece Batı yaptırımlarının sıkılaştırılmasından dolayı değil, bölgesel nüfuzun güçlendirilmesine yönelik projelerdeki kamu israfı, gittikçe artan yolsuzluklardan dolayı yaşıyorlar. Daha da kötüsü, bu yöneticiler, provokasyonlarının ve başkalarının işlerine kaba müdahalelerinin onları bu savaşlarında neredeyse izole hale getirdiğini diğerlerinden daha fazla biliyorlardır.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ülkesinin bölgenin yangınları için itfaiyeci rolü oynamayacağını ilan etmesi bu bağlamda son derece önemlidir. Irak şehirleri dışında gerçekleşen bazı halk gösterilerinde, Irak’ın İran’ın Batı’yla çatışmasına dahil edilmesinin reddedilmesi bu izole edilmişliği gösteren diğer önemli bir hadisedir.
Toplumlarımızın içinde bulunduğu kötü koşullar, başta “Haziran” yenilgisi olmak üzere acı veren birçok yenilgi bazı gerçeklerin idrak edilmesine vesile oldu. Devletlerin gücünün ve uluslararası pozisyonunun yalnızca sahip oldukları askeri cephanelikleri ve terörizm araçlarıyla ölçülmediği, bilakis, başta kültürel, bilimsel, ekonomik ve politik olmak üzere her düzeyde kaydettiği kalkınma ve gelişmişlik ile ölçüldüğü anlaşıldı. İdeolojik dolduruşlara ve İsrail-ABD karşıtlığı üzerinden yürütülen kavgacı retoriklere objektif bir bakış açısıyla baktığımızda acı bir sonuçla karşılaşacağımız muhakkaktır, zira tüm bu hamleler yöneticilerin kendi güçlerini ve ayrıcalıklarını koruma, kendi halkına tahakküm kurma adına yaptıkları anlaşılmış olacaktır.
En kötüsü de toplumun, daha fazla silah alınmak suretiyle zafer kazanılacağı şeklinde aldatılmasıdır. Halbuki bu silahların alımı sadece iç koşulları kontrol etmek ve bölgesel nüfuzu geliştirmek için yapılmıştır, dolayısıyla ABD ve İsrail’e yönelik bir savaşta yani savaş meydanlarında ve siperlerde kullanılmayacak demektir. Bu durum, yaşamın militarize edilmesine, ulusal yapının tahrip olmasına, bu topluluklardaki büyüme ve yenilenme hücrelerinin tahrip olmasına neden olduğu gibi onları, üst üste gelen krizlerle tükenme noktasına gelmiş, tüm enerjileri helak edici çatışma ortamlarında tüketilmiş bitkin ve zayıf topluluklara dönüştürmektedir.
Haziran yenilgisinin, Arap seçkinlerin kendi gerçekliklerini eleştirel olarak gözden geçirmelerine, zayıflıklarının ve çaresizliklerinin nedenlerini okumalarına vesile olması dikkat çekicidir. Özellikle yenilginin asıl sebebinin, Batı tarafından desteklenen Siyonist üstünlük değil, bilakis yolsuzluk, baskı ve zulmün tahrip ettiği dahili evin kırılganlığının olduğunun anlaşılması alınabilecek en önemli dersti. İran-Irak savaşı ve Tahran'ın iç durumuna yansımaları kuşkusuz, İranlı elitlere gerçekliklerini, politikalarını ve programlarını gözden geçirme fırsatı vermiştir. Muhtemelen söz konusu dersleri çıkarmışlardır.
Ayrıca, Filistin direnişinin “silahlı mücadele” sloganı ve 1968’deki “Kerame (Onur) Savaşı” Arap toplumlarının Haziran yenilgisinden aldığı dersleri temsil etmektedir.
Arap rejimlerine köklü ideolojik söylemin ruhunu yeniden kazanma fırsatı verdi. Demokratik kalkınmanın öncelikli bir mesele olduğu daha iyi anlaşıldı.
İkinci Körfez Savaşı ve Amerikan’ın Irak’ı işgal etmesinin sonuçları, Tahran yöneticilerine İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasına eşlik eden müdahaleci politikaları eleştirmek için bir fırsat vermişti aslında, fakat her nedense bundan ders çıkarmadılar.
Bilakis “Devrimin” ihracına yönelik agresif yaklaşımların yeniden canlanmasına neden oldu, bölgesel nüfuzları genişletmek adına iştahlarını daha da açtı, sonrasında ise mezhepsel dolduruşa gelmiş milis araçlarını kullanmaya başladılar ve mesele ‘dört Arap başkentinin kaderini kontrol ettiklerine’ dair provokatif açıklamalar yapmalarına kadar vardı.
Zaman hükmünü yeniden icra ediyor, hem baskı hem de yoksulluk çeken Arap toplumları, özgürlükleri ve hakları için mücadeleye başladılar, işleri yoluna koymak için çabalıyorlar, önceliği İsrail ve Amerika ile yüzleşmeye değil dahili kalkınmaya vermiş durumdalar. İran toplumunda da hareketlilikler günden güne artmakta, artık dayanılmaz bir noktaya varmış yaşam koşullarını protesto etmek ve kültürel statülerinin marjinalleştirilmesini reddetmek için sokaktalar, servetlerinin dış nüfuz savaşlarında boşa harcanmasını istemiyorlar.
Belki de İranlılar “Haziran” yenilgisinden daha acımasız bir yenilgiyle uyanacaklar. Tahran yöneticileri yine kendi çıkarlarını, ayrıcalıklarını ve makamlarını korumak amacıyla ve kendi halklarını daha fazla ıstırap, tecrit ve kuşatma yükü altında inletme pahasına mevcut gerilimi daha da artırmayı başarabilirler. Fakat bu ne zamana kadar sürdürülebilir? İran ve bölge halkının kaderi bu korku ve acı ortamında yaşamak mı? Bölge tarih dışına savrulmadan önce, bu şiddet ve baskıdan beslenen, sürekli kendi halkına zarar veren hastalıklı, müdahaleci zihniyeti tedavi etme yolu yok mu?