Sam Mensa
TT

İsrail seçimleri ve Filistin hülyasını baltalama süreci

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun seçimlerden sadece birkaç gün önce Washington ve Moskova'dan aldığı hediyelerden bahsetmek artık bıkkınlık vermeye başladı. ABD’nin Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak kabul etmesini, İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilan etmesini, Rusya’nın İsrail askerinin ceset kalıntılarını İsrail’e teslim etmesini bu bağlamda zikredebiliriz. Hiç şüphe yok ki, bu hediyeler Netanyahu’nun, rakibi Benny Gantz'ı yenmesine yardım etti. Ancak, en önemli faktör, İsrail sağının ulaştığı güç ve İsrail siyasi yaşamındaki yükselen rolüdür. Buna karşılık 2001 yılından beri solun düşüşü devam etmektedir. Netanyahu artık basın aracılığıyla sol cenahı istediği gibi itham edebilmektedir. İsrail’de Ben-Gurion ve Golda Meir’den Rabin ve Peres’e kadar neredeyse tüm liderlerin sol cenahtan olduğu unutulmuşa benziyor.
Netanyahu, arka planı haksız kazanç elde etmek olan üç ayrı davada yargılanmasına rağmen İsraillilerin büyük bir kısmı ona oylarını verdi ve göreceli bir çoğunluk elde etmiş oldu. Ancak sağcı dini partilerle koalisyon yapmadan yeni bir hükümet kuramayacak. Bu durum, İsrail'in daha da radikalleşmesi, Filistin topraklarının daha fazla işgal edilmesi gibi yetkilerin sağcı partilere verilmesini beraberinde getirebilir. Bu seçimlerin, 70 yıldan fazla süren Filistin trajedisi üzerindeki sonuçları neler olabilir? Zira barışın sağlanma şansı hiçbir zaman bugünden daha fazla azalmamıştı.
Kudüs, Yahudileştirme tehdidiyle karşı karşıyadır. Kudüs’ün Washington tarafından İsrail'in başkenti olarak tanınması bunun emarelerinden biridir.
Trump yönetimi, Golan Tepeleri’ni İsrail'in bir parçası olarak tanıdığını ilan etti, şimdi ise İsrail işgali altındaki Golan'ın bir uzantısı olmaları hasebiyle Şeba Çiftlikleri ve Kfarshouba Tepeleri’nin akıbeti belirsiz bir hale geldi. İşgal altındaki Filistin topraklarına gelince, Netanyahu’nun Filistinlilerin “Yüzyılın Anlaşmasını” reddetmesini bahane ederek, geri kalan görev süresi boyunca, Trump'tan da yeşil ışık alarak bazı büyük yerleşim yerlerini kendi topraklarına ilhak etmesi bekleniyor. İki devletli çözümü de tamamen gündemden kaldıracaktır. Buna ek olarak, ABD Başkanı Trump’ın Netanyahu'yu karşılama ve ağırlama şekli, Netanyahu’nun Beyaz Saray'a kendi evine girer gibi girmesi, Hindistan ve Brezilya ile getirisi yüksek anlaşmalar imzalaması, İran tehlikesini bazı Araplarla bağlantı kurmak için kullanmaya çalışması dikkat çekicidir.
Öte yandan, Arap dünyası, her geçen gün sahada sarsılmaz gerçekler halini alan benzeri görülmemiş bu gerçeklerle başa çıkamadığını görüyor. Ayrıca modern tarihin en zor ve en hassas aşamasını yaşıyor; zira varlıkları ve sınırları parçalanıyor, siyasi sistemleri çöküyor, ekonomik ve sosyal bozulmalar yaşıyor.
En kötüsü de, Arap dünyası daha iyi durumda olduğunda bile, Arap-İsrail çatışmasındaki performansı daha iyi değildi, en azından Filistinli tarafların performansı kadar iyi değildi. "Var olanı al, daha fazlasını talep et" ilkesi yerine "reddet ve daha fazlasını kaybet" ilkesi benimsendi.  “İsrail denize dökülecektir”, “savaş sesinden kutsal bir ses yoktur”, “ne sulh ne de pazarlık ve tanıma yoktur” gibi hiçbir tarihsel dayanağı olmayan boş sloganlar üzerinden tutumlar benimsendi. Ayrıca, “direniş cephesi” ve “caydırıcılık ekseni” tarzı cephe ve eksenler bu süreçte olumsuz roller oynadılar.
Oslo Anlaşmasından sonra Filistinli güçlerin uygulamaya koyduğu bazı kurnazca girişimler, Batı Şeria ve Gazze'ye geri dönüş planı, ayaklanmaların militarize edilmesi, intihar saldırıları, Hamas ve Filistin yönetimi arasında şiddetli çekişmeler süreci olumsuz etkileyen diğer faktörler oldu. Arap rejimlerinin çoğunun kendi ülkesindeki baskı rejimini gerekçelendirmek, kalkınma konusundaki başarısızlığı unutturmak için Filistin davasını kullandığını da unutmayalım. Hatta onlardan biri şöyle demişti: "İsrail olmasaydı, Arap yöneticiler başarısızlıklarını asacak yeni bir askılık icat ederlerdi."
Filistinli tarafların kendi arasındaki ve başta Lübnan ve Ürdün olmak üzere bazı Arap ülkeleri ile aralarındaki kanlı ilişkiler dizisini hatırlayalım. FKÖ'nün devlet içinde bir devlete dönüştüğünü de unutmayalım. Ürdün'deki “Kara Eylül” ve Lübnan'daki iç savaş, direniş pusulasının şaştığını göstermektedir, zira silahların namluları kendi Müslüman kardeşlerinin göğsüne çevrilmişti.
İsrail, işgalci bir devlettir ve Filistinlilerin kendi toprakları üzerindeki hakları tartışılmaz haklardır. Ancak Arap gerçekliği Filistin devleti hayalini baltalamaktadır. Hâlbuki Filistin devletini inşa etmek meşru bir hak olduğu gibi ahlaki ve milli bir görevdir.
Arap ve Filistin performansına bir başlık koymak gerekirse ona, fırsatların kaybedilmesi ve parmak ucu kadar dahi bir yarar sağlamayan bir politikaya bağlılık denebilir. 1947’de Filistin’in bölünmesi ile başlayan bu başarısız süreç tüm askeri ve siyasi çatışma istasyonları ile devam etmiştir. Bu durum, işgalci Siyonist bir yapının saldırılarını yoğunlaştırmasına ve Filistin topraklarından -oldubittiye getirerek- sürekli bir şekilde toprak parçaları tırtıklamasına neden olmuştur. 2002'de başlatılan Arap barış girişiminin temel kabul ettiği, Mısır ve Ürdün ile İsrail barış anlaşmaları için başarılı bir çerçeve oluşturan “barış karşılığı toprak” ilkesini rahatça ihlal etmesine kapı aralamıştır.
Bu kötü performans, 50 yıldan fazla bir süre önce başlatılan tüm barış girişimlerini baltaladı. Bugün ise Filistin-İsrail anlaşmasından ziyade Arap-İsrail anlaşması denilebilecek  “Yüzyılın Anlaşması” noktasına ulaştık. Topraklarından zorla çıkarılmış insanların haklarını ve halkından koparılmış bir vatanı dikkate alması beklenirdi, ancak heyhat! Ayrıca bu kötü performans, Arap- Filistin boşluğunu doldurmak adına İran'ın sızmalarına da katkıda bulundu. İsrail'e karşı direniş sloganını kullanarak bölgeye iyice yerleşti. Sünni-Şii çatışmasını körüklemeyi de ihmal etmedi. Hem Sünni hem de Şii kanatta radikal unsurları güçlendi. Genişlemeci ve nükleer emelleri olan Tahran, uluslararası toplum için bir tehdit haline geldi, dolayısıyla Batı ve Arap dünyalarının tüm dikkati Filistin davasından ziyade buraya yönelmiş oldu.
 Şu ana kadar ulaşılan nihai sonuç her bir gözlemcide şu izlenime neden oluyor; Filistin sorununun adil ve sürdürülebilir bir şekilde çözüme kavuşması aşağıdaki gerçeklikler dikkate alındığında mümkün gözükmemektedir:
-Keskin bir Filistin-Filistin bölünmesi… Gazze’deki “Hamas” İslami bir yapı olması hasebiyle eli kolu bağlıdır. Müslüman Kardeşler (İhvan) ile mücadele eden Mısır tarafından kuşatılmış durumda. İsrail saldırganlığı ona hareket alanı bırakmıyor. Batı Şeria yönetimi ise zayıf ve güçsüz durumda.
-Arap dünyasının yarısından fazlası, iç problemler, savaşlar ve çatışmalarla meşgul. Bu durum Filistin hassasiyetini geriletmiştir. Daha da kötüsü bu gerileme sadece rejimlerin gündemlerinde değil bilakis Arap halklarının vicdanlarında da meydana gelmiştir. Diğer yarısı da zaten, bölgede birden fazla alana çöken İran'ın genişlemesi ile mücadele ediyor.
-İsrail bağlamında ise, sol zayıflarken sağ kanat gittikçe güçleniyor. İsrail toplumunun yarısı kendi konforu peşinde ve Filistin sorunu ile ilgilenmiyor. Diğer yarısı, özellikle İsrail'in sınırlarına yaklaşan İran'ın yarattığı varoluşsal tehdit konusunda endişeler taşıyor.
-Benzeri görülmemiş bir şekilde aşırı sağa doğru kayan bir Avrupa gerçekliği ile karşı karşıyayız. Mülteci dalgalarından kaynaklı kimlik korkusu yaşıyor. Terörizm ve ekonomik zayıflık konularında endişeleri var.
- Akılcı ve tutarlı politikaları bir kenara bırakmış bir Beyaz Saray ve ülkesini uluslararası politikanın merkezine geri yerleştirme tutkusuyla hareket eden bir Rus Devlet Başkanı var.
 - Arap Birliği ve Güvenlik Konseyi son derece güçsüz bir konumdalar.
Değişen bir Arap dünyasında umut verici bir Arap veya Filistinli söylemi veya performansı neredeyse mümkün gözükmüyor. Çatışma, direniş ve boykot söylemlerinin dışına bir türlü çıkılamıyor. Dengeli ve tutarlı bir İsrail politikası da ufukta gözükmüyor. Sima Kadmon’un da ”Yediot Aharonot” gazetesinde yazdığı gibi: “Netanyahu kazanırsa, İsrail bildiğiniz gibi bir devlet olmayacak.” Hepsinden kötüsü, Washington yönetiminin böylesi bir yönetimi desteklemesidir. Gerçekçi ve adil anlaşmalar yapmak istemeyen önyargılı sağcı bir cenaha esir olmuş durumda. Trump “Yüzyılın Anlaşması” Pandora Kutusunu açtığında başımıza nelerin düşeceğini beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yok.