Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

​Uzmanlık konusu olarak dini bilgi

Endülüslü filozof Ebu Velid İbn Rüşd (1126-1198) şeriat ilimleri ile paralel ilimler arasındaki etkileşime dikkat çeken ilk kişilerdendir. Ünlü ‘Faslu’l-Makal: Felsefe ve Din İlişkisi’ kitabını felsefe ile dinin metodları ve konuları arasındaki sınırı belirlemeye ve metolodojik sıralamayı kavramsallaştırmaya adamıştır.
Günümüzde de zaman zaman bu tartışmanın tekrarlandığına tanık oluyoruz. Şeriat alimleri; bilhassa bilinen geleneksel metoda göre fıkıh ilmi eğitimi almadan, birçok kişinin fıkhi hükümlere karşı çıkmasından rahatsızlık duymaktadır.
Doğrusu bunda haksız da değiller. Çünkü onlara göre şeriat ilimleri de fizik ve tıp vb. diğer bilimler gibi kendi terminolojisi, kriterleri ve metodu olan bir ilimdir. Bu nedenle kendisi hakkında yeterince bilgisi olmayanların konularını tartışması, hükümlerin sadece görünen kısmını ve örneklerini bilen sıradan bir insanın sözüne uyarak konunun uzmanlarının görüşlerinin reddedilmesi doğru değildir.
Bu tartışma, şeriat ilimlerinin akli ilimler ile ilişkisi hakkında olan çok daha eski bir sorun ile bağlantılıdır. Burada sormamız gereken soru şudur:
Şeriat; kendisini anlamamız ve metinlerini yorumlayabilmemiz için kendine özel bir ilim mi tesis etmiştir, yoksa şeriat ilimlerini kuranlar insanların kendisi midir? Eğer cevap ikincisi ise bu ilim sıfırdan mı inşa edilmiştir yoksa farklı alanlardaki insan bilgisinin toplamının bir uzantısı mıdır?
İbn Rüşd’ün yukarıda zikrettiğimiz risalesinde ele almaya çalıştığı konulardan biri de budur. Ama bana göre 20. yüzyılda bilimlerin yaşadığı gelişmelerin ışığında her ne kadar dönemine göre çok iyi ve tutarlı olsa da İbn Rüşd’ün görüşünün bir kenara bırakıp olaya günümüz perspektifinden bakabiliriz.
Buna göre dini söylem iki kaynaktan birinin ifadesidir:
-Mantuk al nas yani Kur’an ve hadislerde yer alan ifadeleri harfi harfine anlamak.
-Mafhum al nas yani metinle insanların zihinsel ve ruhsal kapasiteleri ile toplumsal sistemin kısıtlamaları arasındaki dinamik ilişki bağlamında oluşan belirli koşullarda metni anlamak. Bu noktada toplumun gelenekleri, dini düşünceyi ve uygulamalarını oluşturan yani metnin sınırlarını dayatan bir unsur olarak olaya müdahil olur.
Birinci çerçevede (mantuk al nas), şeriat alimlerinin temel bir rol oynadıklarını görülür. Tarihten günümüze fıkıh alimleri, müfessirler ve hadis alimleri görüşlerini metne özdeş olarak sunmuşlardır. Oysa bildiğimiz gibi onların görüşleri metnin kendisi hatta son anlamı değil sadece metinden çıkarılabilecek olası anlamlardan biridir.
İkinci çerçevede (mafhum al nas) toplum; fıkıh alimleri, filozoflar, ekonomistler, sosyologlar, mimarlar, politikacılar vb. grupların o dönemde sahip oldukları perspektiflerin toplamı arasındaki etkileşim bağlamında oluşan dini deneyimin şekillenmesinde daha geniş bir rol oynar. Ancak dine bağlanan ya da dini izler taşıyan örfler ve gelenekler çoğunlukla birinci değil ikinci çerçeve dahilinde oluşurlar.
Bu ayrım, İslam’ın erken dönemlerinde çok belirgin değildi. Bunun yanı sıra bilimlerin bağımsızlığı düşüncesi bugün olduğu kadar baskın bir düşünce değildi. Bu nedenle bir fıkıh alimi aynı zamanda müfessir, doktor, kadı ve astronomi bilgini hatta fizikçi  ya da kimyacı olabiliyordu.
Elbette bugün bu durumun değiştiğini ve her bilimin kendi bilginleri, konuları, özel kriterleri hatta kendi özel dili olduğunu biliyoruz.
Ama bu güçlü uzmanlık eğilimine rağmen her bilim dalı bir diğer bilim dalının ortaya koyduğu ürünleri kullanır ve ona dayanır. Diğer bilimlerle hiçbir ilişkisi olmayan bir bilim yoktur. Bu da bizleri bir kez daha  şeriat ilimlerinde uzmanlaşma tartışmasına geri götürmektedir.
Bizler, şeriat ilimlerinin konuları ile bağımsız ama aynı zamanda diğer bilimler ve ürünleri ile de etkileşim içinde olmasını mı istiyoruz yoksa konuları ve kriterleri ile diğer tüm bilimlerden ayrı olmasını mı istiyoruz? Eğer birinci seçeneği seçiyorsak bu halde ilgili bilimin uzmanlar, kendi bilimleri ile bağlantılı şeriat meselelerini tartışma hakkına sahip midir?